28 Temmuz 2008 Pazartesi

YAZARIN ÇİLESİ





“Erken geldin!
Kapımın daima sana açık olduğunu bile bile. Bir anahtarı sende bir anahtarı kapının üzerinde.Hiç kapanmasın diye arasına ümitlerimi dayadığım o kapıdan bin asırdır bekleyip, bir saniyede geçip bin asır daha beklerdim seni dedirten bir geçişle.İçeriye girişinle içerdeki tüm pislikleri dışarı süpüre süpüre.Geçtiğin yollardan tekrar geçmen o yollara bir anlam kazandırmanı bekledikleri için yerdeki taşları üze üze.Gelişini görünce başka bir şey görmeyeyim kör olayım artık diyen gözlere selamını vere vere. Seni buraya getirdikleri için kanatlanıp göğe karışmak isteyen o ayakların ve yüreğinle…
Geldin…
Ama maalesef erken geldin
Evde olmadığımı nerden bilebilirdin?”
Diye yazdığım yazıyı okudum Nurşen’e.İlk tepkisi:
-Kim yazmış bunu?” oldu.”Ben” deyince ikinci tepkisi:
-Aa bana mı yazdın yoksa?olunca doğal olarak duraksadım biraz.Ne Nurşen’in bir yerden gelişi vardı ne de benim evde olmayışım.Ne de Nurşen’le yaşadığımız böyle tutkulu, uğruna yukarıda yazılabilecek cinsten bir yazı yazdıran bir aşkımız vardı.Kendisine yazsam yazsam (Ki sonradan da yazdım!) şöyle bir şiir yazabilirdim:

Ne kadar da güzelsin
Uğrunda ölebilirim
Rüya gibi bir şeysin
Şenlendi yine yüreğim
Ezelden beridir söylerim
Nurşen’im canım benim!

Gibi bir şey olurdu.İşte böyle uzunca bir duraksamadan sonra:
-Ya sana değil de genel bir şey, işte kim üstüne alınırsa, o zamanki duygularımı yansıtan bir yazı, kem… küm… diye ağzımın içinde geveleyip durdum.Karşımdakinin hem kalbini kırmamak hem de yazıyı beğenmesini beni takdir edip göklere çıkarmasını,senden başka yazar tanımam artık demesini falan istedim bunu diyerek. Ama sonradan keşke “Sana yazdım” deseydim diye düşünmedim değil.
Benim kem…’leyip küm…’lememle birlikte Nurşen’in yüzü birden düştü:
-Hmmm ben de bana yazdın sandım.Kime yazdın peki? Diye sordu
Hoppala bu nasıl soruydu şimdi?
-Kimseye yazmadım canım.Bu bir yazıdır.Sadece aklımda olan şeyleri yazıya aktarıyorum.Yani kimseye yazmak zorunda değilim.Bu evrensel bir nitelik taşıyor yani. Diyerek başta söylemek istediğim şeyleri biraz daha toparladım:
-Tamam anlıyorum da mesela bana da özel bir şey yazamaz mısın? dedi.
-Yazarım tabi niye yazmayacakmışım dedim gülümseyerek (*Bakınız: yukarıdaki şiir)



-İyi de yazıda ne anlatmak istedin? Diye sordu İrfan, sizin yukarıda okuduğunuz yazıyı okuyunca.
-Nasıl ne anlatmak? İlla bir şey anlatmak mı gerekir yazıda.
-E gerekir yani böyle boş boş şeyler yazarsan ne gibi katkısı olabilir ki okuyana?
-Okuyana bir şey katmak gibi bir niyetim yok ki!
-O zaman madem bir amacın yok yazmayacaksın.Amacın yoksa niye yazarsın bilmem.Sadece boş bir uğraş olur senin için.Diye de ekledi.
Bunları söyleyen arkadaşım İrfan da şiir yazardı.Şiirleri ise genelde şöyle olurdu:

“Kullanılmış bir peçetesin sen!
Başkasının sildiği yere burnumu silmem ben…”

Ya da

“Türkiyem, güzel yurdum, memleketim!
Sana el uzatanın ellerini keserim…”

Tarzı şeylerdi.Yani ilk şiir ilişkiler üzerine bir mesaj kaygısı taşıyor ikinci şiir de buram buram milliyetçilik kokuyor ve böylece ülkesini de korumuş oluyordu.
-Ülkede neler oluyor,dış mihraklar ülkemizi bölmeye uğraşıyorken böyle gündelik işlerle uğraşırsan hiçbir şey olmaz senden diyerek bir eklemede daha bulundu.
Ben ise o bunları söylerken yerin dibine girmiş bir vaziyetteydim.Kendimi sorgulamaya başlar olmuştum.Sadece kendimin yaşadığı açmazlar hakkında kafa yorarsam o zaman ülkeme ne gibi bir katkı sağlarım ki diye düşünmeye başladım.Ve bu düşüncelerimin ilk meyvesini bir gün sonra yazdığım “Ülke Elden Gidiyor” adlı yazıyla verdim.
Rauf Özdil mahlasıyla yazdığım toplam 48 satır ve 48 cümleden oluşan yazının sonu şöyle bitiyordu:

“Telekom satıldı!
Limanlar satıldı ...
Fabrikalar satılıdı ...
Ülke satılıyor ,uyuma artık, ülke!
İnşallah biz de satılmayız, bu anasını sattığımın dünyasında!”

Bu yazıyı İrfan’a okuduğumda biraz beğendiğini hissetsem de yine de:
-Çok dilbilgisi hatası var sonunu da bağlayamamışsın.Pek beğenmedim” dedi.
O öyle deyince ben iyice coştum.İlla ki bir yazımı ona beğendirmeliydim.Sonraki gün asker,antiAmerikancı,dibine kadar milliyetçi İrfan Paşa’nın dağlarda nasıl Amerikan askerlerini çıplak elle hallettiğini anlatan “Malatyalı İrfan Paşa Destanı” adlı yazıyı Şair İrfan’ın önüne koydum.Okudukça sırıttı sırıttıkça okudu:
-Adını İrfan yapmışsın sağ ol.Ama benim adım var diye değil hakikaten güzel yazı olmuş.Bazı şeylerin farkına varmışsın.Her açıdan dört dörtlük bir yazı olmuş.Mesajı da gayet açık ve anlamlı” dedi İrfan.Sanki destanı yazan kendisiymiş gibi mağrur bir ifadeyle.
Ben ise mesajı “Amerikalıları öldüren İrfan Paşa’nın ne kadar güçlü bir adam olduğunu göstermek” olan yazıyı düşünüyordum.
-“Ulan” dedim kendi kendime.”Senin edebiyatçılığın da buraya kadarmış be şair!”

-Hmmmmmmm dedi sevdiceğim sizin yukarıda okuduğunuz yazıyı okuyunca
-Eee dedim nasıl buldun yazıyı?
-İyiydi, dedi gayet sönük bir ifadeyle.
Sonra birden canlandı, gözlerinin içi parladı:
-Ya bi şey sorcam Nurşen ben miyim yoksa?
-He! dedim. Sensin...

1 yorum:

Adsız dedi ki...

çok güzeldi emeğine sağlık...